Felsefe Nasıl Başlamıştır?

Felsefe, MÖ 6. yüzyılla 5. yüzyıl arasında kalan bir dönemde, aynı anda dünyanın birçok yerinde başlamıştır.

Felsefe Nasıl Başlamıştır?

Felsefe, MÖ 6. yüzyılla 5. yüzyıl arasında kalan bir dönemde, aynı anda dünyanın birçok yerinde başlamıştır. Akdeniz’in doğusunda, güneyinde ve kuzeyinde, Çin ve Hindistan’da birtakım bilge adamlar, karşı karşıya kaldıkları kaotik yapı ya da düzenle hesaplaşırken, üyeleri oldukları kültürlerin yerleşik alışkanlıkları, dini inançları ve mitolojik inanışlarıyla yetinmeyerek yeni bir düzen
oluşturmaya çalıştılar. Düşüncenin kendilerinde belli bir soyutlaşma eğilimine girdiği bu bilge ya da filozoflar, daha derinlikli sorular sorup, daha iddialı, daha spekülatif ve ihtiraslı yanıtlar ortaya koydular. Ayrı kültürlere mensup olan bu bilgelerden beş tanesi öne çıkarılabilir: 

Zerdüşt (MÖ 628-551), 
Thales (MÖ 625- 547), 
Siddhartha Gautama (MÖ 563-545), 
Konfüçyüs (MÖ 551-479) ve
Lao-Tzu (MÖ 6. yüzyıl).

Hindistan’da Buda
Bu dört bilge adam, dört farklı alanda, sırasıyla beşeri, toplumsal, ilahi ve doğal alanlarda mevcut olandan farklı şeyler söyleyerek yeni bir düzen tesis etme yoluna gittiler; gitmekle kalmayıp, ardından gelenleri de felsefe adı verilen bu yeni yolda yürümeye sevk ettiler. Soylu bir genç, gerçek bir prens olan Siddhartha Gautama, otuz beş yaşlarına geldiğinde, hayatın amacını anlamak, ölüm gerçeğiyle baş edebilmek, çeşitli ıstıraplardan kurtulmanın yollarını keşfetmek ve çevresinde gördüğü derin insani acılara bir çözüm bulabilmek amacıyla, derin düşüncelere dalarak Hindistan’ı baştan aşağı dolaşmaya başlamıştı.

Hayatının önceki bölümünde zevk ve sefa içinde zengin bir hayat sürmüş fakat bunun bir işe yaramadığını, böyle bir yaşamın insanı kurtuluş ve mutluluğa eriştirmediğini görmüştü; daha sonra bir süre de bunun tam tersi bir yoldan ilerledi. Aşırı bir perhiz ve riyazet uyguladıktan sonra, bu usullerin de insanı kurtuluşa ve mutluluğa götürmediğini anlamıştı. En nihayetinde, bilgi ağacının dibinde, mistik bir tecrübenin ardından gerçeği kavrayarak aydınlandı. Kendisine “uyanmış, aydınlanmış” anlamında Buda adı verilmesinin nedeni buydu. İnsan için en doğrusunun aşırılıklar arasında bulunan bir “orta yol”un izleyicisi olmak olduğuna hükmetmişti. Buna göre, sürekli bir değişmeyle, yoğun çatışma ve şiddetin belirlediği bir dönemde, en nihayetinde aradığı yanıtı bulan Buda, insanlara barış ve sükûneti öğretmeye başlamıştı. Beşeri acıların üstesinden ancak dünyevi gerçekliğin ve bireysel benliğin yarattığı yanılsama perdesinin ötesine geçmek ve insanın mustarip olduğu bütün acılara yol açan sahte arzulardan ve baştan çıkarıcı tutkulardan arınmış bir kişilik geliştirmek suretiyle gelinebileceğini öne süren Buda’nın ardından izleyicileri, oldukça ayrıntılı bilgi, benlik, varlık ve dil kuramları geliştirdiler.

Çin’de Konfüçyüs
Yine aynı dönemde, aslında bir devlet adamı olmakla birlikte, verdiği öğütler ve insanların bir arada yaşama ve çalışma tarzlarına ilişkin derin kavrayışı dolayısıyla, tüm zamanların en büyük öğretmenlerinden biri olarak görülen Konfüçyüs adlı bir Çinli, çevresinde çok sayıda insan toplamıştı. Çin daha o zamanlar, oldukça gelişmiş bir politik kültüre sahip siyasal ve toplumsal bir düzen görünümü vermekteydi. Bununla birlikte, bu zengin kültür Konfüçyüs’ün yaşadığı dönemde, büyük bir çalkantı içine girmişti. Bundan dolayıdır ki Konfüçyüs öğretileriyle, uyumlu bir topluma giden yolu belirleme ve gözler önüne serme çabası içinde oldu.

Bu dönemde Çin dünyası, Zhou hanedanının idaresi altında toplam on dört hanedandan meydana gelmekteydi. Herkesin imparatorluğun birliğinin yegâne alternatifinin felaket ve yok oluş olduğunu bildiği böyle politik koşullarda, Konfüçyüs söz konusu birliğin felsefi temellerini geliştirip güçlendirmek için büyük bir mücadele verdi. Gerçekten de Çin kültürünün temeli aileydi. Durum böyle olmakla birlikte, güç politikası tarafından tahrip edilen aile ve aşındırılan “geleneksel aile değerleri” 500’lü yılların sonlarına doğru gerçek bir tehdit altına girmişti. Bu yüzden Konfüçyüs’ün felsefesi, sadece toplumsal ve politik meselelerle, doğru ve adil yönetim gibi konularla, aile ve cemaat değerleriyle ilgili oldu. Konfüçyüs, gerçekten de hep uyumlu ilişkiler, önderlik ve devlet adamlığı
üzerine konuştu; kişinin kendisini sorgulamasından, dönüştürmesinden, başkalarına ilham vermesinden ve erdemli biri olmak için sergilemesi gereken çabalardan söz etti. Bu yüzden, onun kurduğu felsefe geleneği, bir devlette düzeni egemen kılmayı bilen insanın nasıl yetiştirileceği sorununa çözümler getirirken, erdemi en önemli konu yaptı. Zira başkalarını yönetmek önce kendini yönetmek demekti ve erdem de onun gözünde, erdemli olmak isteyen insanın her zaman daha çok geliştirmesi gereken bir iç nitelikler bütünüydü.

Konfüçyüs’ün esas ilgisi “üstün insan” ve “iyi düzenlenmiş” toplum oldu. Onun zamanına kadar ideal insan, aristokratı tanımlayan biriydi; oysa Konfüçyüs geçmişten radikal bir kopuş içinde, bütünüyle yeni bir ideal; bilge, güçlü ve cesur olan, çıkar duygusunun değil de doğruluk ve adaletin harekete geçirdiği, Yolu ya da Tao’yu bilen, insanları seven üstün insan idealini ortaya koydu. Söz konusu üstün insan telakkisi, Konfüçyüsçü gelenekte hep olduğu gibi, hiç değişmeden aynen kalmıştır.
Demek ki soyut konularla, metafiziksel problemlerle uğraşmayıp, tinsel varlıklarla ilgili kuramlar geliştirmeyen; öğrencilerinden birinin manevi varlıklara veya tanrılara hizmet etme ve ölümle ilgili sorusunu, “beşeri varlıkların hizmetinde bulunacak durumda olunmadığı zaman, manevi varlıklara nasıl hizmet edilebilir?.. Hayat hakkında bilgi sahibi değilken, nasıl olup da ölümle ilgili bilgi sahibi olabiliriz?” diye yanıtlayan Konfüçyüs, bununla birlikte üstün insan olmanın nasıl mümkün olduğunu açıklamamıştı. O, insanların doğaları itibariyle birbirlerine benzer olduklarını fakat farklı pratik ya da uygulamalar nedeniyle farklılaştıklarını ima etmişe benzer. Gerçekten de Konfüçyüs Batı’daki filozof ya da bilgelerden farklı olarak doğayla veya şeylerin özüyle hiç ilgilenmedi. İnsani olmayan gerçekliğin nihai doğası konusuna hemen hiç eğilmeyen Konfüçyüs’ün aklından, insanların gerçek olduğunu bildikleri veya düşündükleri şeyin salt bir görünüş ya da Buda’nın söylediği gibi yanılsama olabileceği düşüncesi hiç geçmedi. O, tanrı veya tanrıçalardan da söz etmedi; erdem, insani ilişkiler ve iyi toplum dışında hemen hiçbir şeyle ilgilenmeyen Konfüçyüs’ün çıkış noktası, tek tek her insan varlığının hayatının, iyisiyle kötüsüyle ailenin oluşturduğu genel bağlam içinde yaşandığı düşüncesiydi. Bu yüzden o, kendisini herkesten tecrit etmiş bireye en küçük bir değer vermemekle kalmadı fakat bir yandan da bireyi meydana getiren şeyin esas itibariyle ailesi ve kompleks ilişkileri olduğunu öne sürdü. Toplumsal ilişkilerin oluşturduğu tabakalar
yok olup gittiği zaman, geride birey ya da benlik diye bir şey de kalmıyordu. Kişinin rolleri ve ilişkilerinden ibaret olduğunu söyleyen Konfüçyüs, yaşamın amacının insanın söz konusu ilişki ve rollere uygun olarak başkalarıyla uyum içinde ve bir bütün olarak dengeli ve ahenkli yaşaması olduğunu öne sürdü.

İnsanın hayata geçirmesi gereken ideal olarak denge, düzen ve ahenk ideali bağlamında, Konfüçyüs, dengenin “zevk, kızgınlık, keder, neşe, kendinden geçme benzeri duygulara” kapılmamak olduğunu, ahengin ise “insani duyguların tam zamanında ve gerekli durumlarda zuhur”undan başka bir şey olmadığını söylüyordu. Denge ve orta yol öğretisini doğru ve iyi yaşanmış bir hayatın reçetesi yapan Konfüçyüs, uyum, ahenk ve adalet düşüncesini siyaset kuramının da merkezine oturtmuştu. O da eski bir inanışı sürdürerek, yeryüzündeki yöneticinin Tanrının vekili olduğunu, barışı ve uyumu sağlamayı başaramazsa, onun elinden bu vekâletin alınmasının kaçınılmaz olduğunu söylüyordu. Bütün politik ve toplumsal erdemler, aslında kişinin bireysel erdemlerinin bir uzantısıydı. Buna göre, erdemli kişi her şeyden önce insanlığını ve insancıllığını geliştirmiş, başkalarıyla bir olmayı bilen, insanların sözlerini ölçüp biçerek, onlar karşısında alçakgönüllü olmayı başarabilen kişiydi. Başkalarını gözetecek şekilde insancıllığa ve gerçek iyilikseverliğe ulaşmak isteyen kişinin, ayrıca insan davranışını düzenleyen, ona yol göstermek üzere konmuş kurallara uyması gerekiyordu. Konfüçyüs’e göre, böyle bir kişi bütün eylemlerini iyilik adına yapan kişi olmak durumundaydı.

Lao-Tzu
MÖ 6. yüzyılda Çin’de insanı, düzen, barış ve aydınlanmaya götüren yolla ilgili olarak daha farklı bir vizyon geliştiren bir filozof daha vardı. Adı Lao-Tzu olan bu bilge, Konfüçyüs’ten çok farklı olarak doğaya büyük bir önem verdi. Konfüçyüs uygar, akıllı ve iyi yetişmiş bir insanın hayatında pek yer tutmaması gereken birtakım duyguların hiçbir şekilde doğal olmadığını öne sürmüştü. Doğaya büyük bir inanç besleyen Lao-Tzu ise eğitimden geçmemiş, yeterince terbiye almamış insanların duygularına büyük bir önem izafe etti. Konfüçyüs için iyi bir hayata giden yol toplum içinde ahenkli ilişkiler geliştirmekten; atalar tarafından geliştirilen âdet ve geleneklere uymaktan geçiyordu. Oysa Lao-Tzu için yol çok daha gizemli bir yoldu. O, dile getirilemez, bir elkitabı veya felsefe yoluyla açıklanamazdı. Fakat buna rağmen kişi bu yolu bulabilir, hayatını ona göre düzenleyebilirdi. Konfüçyüs ve Lao-Tzu Çin felsefesini, işte böyle belirleyip, ahenge hem bireyin ve hem de toplumun ideal hali olarak güçlü bir biçimde vurgu yaptı. Her ikisi de insan yaşamıyla ilgili kuşatıcı bir görüş üzerinde dururken, sağlam bir kişisel karakteri hayatın en yüksek amacı haline getirdi. Bununla birlikte kişisel olan, bu filozoflara göre, tecrit edilmiş varlığın bireysel terimleriyle tanımlanamazdı. Nitekim Konfüçyüsçünün kişiyi ve kişisel olanı toplumsal terimlerle ifade ettiği yerde, Taoist kişiyi belirleyen şeyin doğayla uyum içinde olmak olduğunu öne sürdü.

İran’da Zerdüşt
Çin ve Hint’te bireysel ve sosyal gerçeklik üzerine geliştirilen söz konusu felsefi filozoflardan daha bile önce, İran’da Zerdüşt adlı bir bilge ilahi gerçeklik ve “Kötülük Problemi” konusunda oldukça geniş kapsamlı fikirler ileri sürmüştü. Olabildiğine ayrıntılı bir ahlaki monoteizmin savunuculuğunu yapan Zerdüşt, pek çok kaynağa göre, Yahudi inançlarından, eski Mısır tanrılarından, hatta Vedalar’dan etkilenmişti. Zerdüşt birden fazla Tanrıya inandığını söylenerek tektanrıcılık sorgulanmış olsa da onun sadece Tanrıların en kudretlisi olan Ahura Mazda’ya tapınılmasını istediği açıktı.Zerdüşt dünyadaki karşıt metafiziksel güçler arasındaki çatışmanın belirlediğine inandığı ahlaklılıkla ilgili olarak da birtakım düşünceler geliştirmişti. Ahura Mazda, kötülüğe tekabül eden mutlak karanlığın tam karşısında, iyilikten yanaydı. Bizim hem iyilik ve hem de kötülükle dünyaya geldiğimizi, bu ikisi arasında verilen mücadelenin hayatımızı anlamlandıran en önemli şey olduğunu
söyleyen Zerdüşt, demek ki Aziz Augustinus’tan tam bin yıl önce kötülük problemi üzerinde kafa yormuştu. Söz konusu ahlaki düalizm, nitekim Zerdüştçülerin sapkın olduklarına inandıkları manişeistlerin elinde, sonradan iyiyle kötü arasında geçen kozmik bir çatışma haline gelecektir.

Thales ve Sözde “Yunan Mucizesi”
Yine yaklaşık olarak aynı dönemde, tam olarak ifade edildiğinde MÖ 6. yüzyılın ilk yarısında, bu kez Batı’da, Türkiye’nin Ege kıyılarında Thales sahneye çıktı. Zerdüşt’ün ilahi gerçekliğin doğasıyla,
Konfüçyüs ve Lao-Tzu’nun sosyopolitik gerçekliğin doğru yapılandırılmasıyla ve Buda’nın bireyin inşa etmesi gereken moral düzenle meşgul olduğu yerde, Thales salt doğal gerçeklikle, genel olarak varlığın doğasıyla meşgul oldu. Yunan mitolojisinin sunduğu açıklamalarla yetinmeyen Thales’in filozof zekâsı, doğal olanın, doğaüstü nedenlerle değil de yine doğal nedenlerle açıklanması gerektiği inancıyla varlığa ilişkin felsefi ve tümüyle rasyonel bir açıklama geliştirdi. Bununla birlikte, özellikle astronomi ve matematik alanında gerçekleştirmiş olduğu çözümlerin, getirmiş olduğu yeniliklerin, kültürel açıdan, o zamanlar Yunanlılardan daha ileride olan çevre uygarlıklardan devşirilmiş bilgilere dayandığı besbelliydi.

Bu örneklerin de gösterdiği üzere, MÖ 6. yüzyılla 5. yüzyıl arasında kalan dönemde felsefe dünyaya, en az dört farklı coğrafi bölgede birçok kez gelmiştir. Bunlar, bildiklerimiz, yazılı belgelerden öğrendiklerimizdir. Dünya üzerinde, felsefesiz, en alt düzeyde dahi olsa hikmetten yoksun bir kültür olamayacağına göre ya Amerika’daki İnka, Maya ve Aztek uygarlıkları, Avustralya’daki Aborjinler için ne diyeceğiz? Bütün bunlar dikkate alındığında, kabul edilmelidir ki sanki dünya, bu parlak ışıklardan biri ya da diğerleri yanıncaya kadar baştan sona derin bir karanlık içindeymiş gibi, yazılı bir gelenek oluşturamadıkları için hikmetleri hakkında hiçbir bilgi sahibi olamadığımız diğer uygarlıkların hikmetlerini veya felsefi bilgeliklerini yok sayarak, söz konusu doğum merkezlerini, hatta “Yunan
mucizesi” diyerek içlerinden birini öne çıkartıp kutsamak kadar hatalı bir tutum olamaz. Demek ki bir halkın kendi kültürünü “barbarlar” tarafından kuşatılmış bir uygarlık yıldızı olarak övme tavrı karşısında çok dikkatli olmamız gerekir. Gerçekten de Yunanlılar, Perslilerden barbar diye söz ederken, Persliler de onlara benzer ifadelerle karşılık vermişti. Yahudiler kendilerinden olmayan herkesi “günahkâr” addederken, sonradan kendileri de onların Yahudi kimliklerini tanımayan Hıristiyanlar tarafından kâfir addedildiler. Çinli filozofların, başta bugün dünyanın en özel ve en karmaşık toplumlarından birini meydana getiren Japonlar olmak üzere kendilerini çevreleyen hemen bütün kabileleri barbarlar diye niteledikleri iyi bilinir. Yüzyıllar boyunca Romalılar kuzeyden gelenlere, Avrupalılar Türklere barbar diyerek hor bakmamışlar mıdır? Yıllar yılı İngilizler Fransızlara, Fransızlar Almanlara, Almanlar Polonyalılara, Polonyalılar Ruslara, Ruslar Sibiryalılara küçümseyerek yaklaşmamış mıdır?