Varoluşçuluk Nedir? Varoluşçuluk Felsefesi
Varoluşçuluk, insanın önce var olduğunu ve değerleri ise kendisinin oluşturduğunu savunan bir felsefe akımıdır. Diğer ismi egzistansiyalizm olan bu düşünce akımına göre insanın geleceğini yine kendisini şekillendirecektir.
Varoluşçuluk, insanın önce var olduğunu ve değerleri ise kendisinin oluşturduğunu savunan bir felsefe akımıdır.
Birbirlerine bütünüyle karşıt konumları işgal eden töz metafiziğiyle oluş metafiziği aslında bir noktada buluşur. Bu ortak nokta ise ikisinin de varlığı konu almaları, geliştirilen gerçeklik tasarımını aynıyla insana da uygulamalarıdır. Buna göre, insan her iki metafizik anlayışında da numenal ve fenomenal boyutu itibarıyla ikiye ayrılır.
Materyalist töz metafiziğinde olduğu gibi zihinsel boyutu beyinle özdeşleştirilen veya düalist töz metafiziğinde olduğu gibi zihin ve beden olarak ikiye ayrılan insan varlığı, oluş felsefesinde ise özellikle manevi boyutu itibarıyla bir bilinç varlığı olarak değerlendirilir. Oysa yirminci yüzyılda ortaya çıkan üçüncü metafizik anlayışı, ana doğrultu itibarıyla, bunun tam tersi bir yönde ilerler. Bu metafizik anlayışı ise varoluş felsefesidir; bu varlık görüşünde insan tanımı, varlıktan değil, bizzat insandan çıkılarak yapılır ve çok daha önemlisi, varlık “kendi kendisini tanımlayan insan”a göre tanımlanan bir şey olarak görülür. Başka bir deyişle, bu yeni felsefede varlık, varlığı ele alan, varlık sorusunu sorabilen yegâne varlık olarak insandan hareketle ortaya konur.
Varlık sorusunu soran, kendi kendisini tanımlayabilen ve kendini gerçekleştirmeye çalışan bu insana egzistans ya da varoluş adı verilir ve varlık, egzistansın kendini gerçekleştirme ortamı olarak ikincil kılınır. Zira varoluş, oluşmakta olan insan varlığını; bir dünyaya sahip olan, kendisinden ziyade başka var olanları n üzerindeki örtüyü açan ve ayrıca diğer kendiliklerin örtüsünü açacak şekilde kendi kendisinin de örtüsünü açan bir varlığı tanımlar.
Varoluşçuluk Temsilcileri Kimlerdir? Varoluşçu Yazarlar Kimlerdir?
Söz konusu varoluş felsefesinin pek çok temsilcisi olmakla birlikte, bu filozoflardan öne çıkan ikisi Heidegger ve Sartre’dır. Gerçekten de Batı felsefesinin genelde varlığın anlamını, özel olarak da insan tekinin varlığının doğasını baştan beri yanlış kavramış olduğunu öne süren Heidegger’e göre, bu iki şey birbiriyle, iç içe geçmiş olma derecesinde bağlantılıdır. Çünkü insan olmak, olmakta olanın varlığını ortaya sererek anlamayı ifade eder; dolayısıyla, insan varlığının doğru anlaşılması son çözümlemede her şeyin varlığının doğru ya da yanlış anlaşılması anlamına gelir. Daha da önemlisi, varlık, sadece ve sadece insan varlığı olduğu sürece vardır veya anlaşılabilirdir; başka bir deyişle, varlık, insanın ona ilişkin doğru bir kavrayışına ihtiyaç duyar. Heidegger’in insan varlığı için kullandığı terim Dasein’dır. Dasein’ın varlığı egzistans olup Heidegger açısından, onun sabit ya da değişmez bir özü yoktur.
Öte yandan Dasein özü itibarıyla ontolojik olmasına, yani varlığa ilişkin bir kavrayışa sahip bulunmasına rağmen, filozofun Dasein’ın kendisine ve başka var olanlara ilişkin kavrayışını hemencecik ve olduğu gibi benimsemesi doğru olmaz. Çünkü Dasein, örneğin kendisini diğer şeylerle tam tamına aynı düzeyde bir şey olarak görmek suretiyle, hem kendisini hem de dünyasını sistematik bir biçimde yanlış yorumlama eğilimi sergiler. Heidegger bundan dolayıdır ki geleneksel metafiziğe biçim veren vokabülerin çok büyük bir bölümünün “bilinç”, “töz”, “özne”, “nesne” benzeri kavramları n vücut verdiği terminolojinin bu hatalı yorumun bir sonucu olduğunu söyler. O, dolayısıyla bu terminolojiyi kullanmayıp yeni bir varlık terminolojisi yaratır.
Modern düalist töz metafiziğinin en önemli ismi olan Descartes’ta, zihin ve bedenden meydana gelen bileşik varlık olarak özne, dünyadan yalıtılmış, ona yukarıdan teorik terimlerle bakan bir gerçeklikti. Heidegger bunun tam tersine, Dasein’ın özü itibarıyla “dünyada-olma” anlamına geldiğini belirterek Dasein’ın dünyadan ayrılmaz olduğunu söyler. Öte yandan, dünya da temelde veya öncelikle bilimlerin dünyası olmayıp gündelik dünya veya yaşama dünyasıdır. Bu dünya, bilimsel bilgi tarafından açımlanmaz fakat alaka ya da yönelim benzeri bilim öncesi kavrayışlar, temel insani ihtiyaçlar tarafından ortaya çıkarılır. Buna göre, dünyadaki şeyler öncelikle, teorik kavrayışın, araştırılacak ve gözlemlenecek nesneleri değildir; onlar, çekiç ya da çivi benzeri, temelde “el altında olan” gereçlerdir. Başka bir deyişle, insanın şeylerle öncelikli bağıntısının, onları insani ilgiler tarafından yaratılan belirli birtakım amaçlar yönünde kullanma ve elverişli kılma şeklinde gerçekleştiğini öne süren Heidegger’e göre, şeyler kendilerini öncelikle kullanılabilir var olanlar olarak sunarlar.
Aynı şekilde Sartre’a göre de varoluş gerçekte öznel varoluştur, öncelikle insan varoluşudur. İnsan dışındaki şeyler elbette vardır ancak onlar var olduklarından habersizdirler. Başka bir deyişle, şeyler vardırlar ancak bir varoluşa sahip değildirler. Şeylerin “kendilerinde” olduklarını fakat “kendileri için” olmadıklarını, bu şeylerin var olduklarını ama var olduklarını bilmediklerini, kendisinin var olduğunu bilenin insan olduğunu ve bu anlamda şeylerin “insan için” var olduklarını söyleyen Sartre’a göre, varoluşa sahip olan insandır ve o, bilinciyle varlığı varoluşa kavuşturur. Demek ki varoluş metafiziği, Sartre’da da tıpkı Heidegger’de olduğu gibi, insanı evrene, varlığa veya tarihe göre açıklamaya çalışan klasik töz metafiziklerinin yerine, ilk plana var olan özneyi yerleştiren bir felsefeyi temsil eder.
Gerçekten de Sartre, temel eseri Varlık ve Hiçlik’te, varlığı iki ana bölgeye ayırır: Kendinde varlık ve kendisi için varlık. Bunlardan kendinde varlık, maddi dünya, organizma olarak beden de dâhil olmak üzere, bilinç dışındaki her şeydir. Buna göre, kendinde varlık, farklılaşmamış, hiçbir özelliği olmayan kaba varoluş olup her ne ise odur. Kendinde varlı k, ne zorunlu ne de mümkün olan, hem olumsuzlamanın ve hem de olumlamanın aynı derecede ötesinde olan varlıktır. Örneğin masamın üzerinde duran şu sürahi, kendisinde her ne ise o olup olduğundan başka bir şey olamaz. Sürahi, var olmadan önce düşünülmüş ve hatta belki de onu yapan insan tarafından bir kağıt üzerine çizilmiştir. Sürahi, özel olarak içine su konulacak bir şey diye tasarlanıp imal edilmiştir.
Bir örneğe göre ve bir amaç için kullanılmak üzere imal edilmiş olan bu sürahi bir kavram, bir fikir, kısacası bir varoluş olmadan önce, bir öz olmuştur. Başka bir deyişle, kendindevarlık, yani şeyler ya da cansız varlıklar söz konusu olduğunda, “öz” “varoluş”tan önce gelir. Kendinde varlık alanının, bilinç veya kendisi için varlık yoluyla, sözü edilecek, hakkında konuşulacak bir dünya haline geldiğini; bilinç sayesinde dünyaya zamansallık, mekânsallık yüklendiğini söyleyen Sartre’da, varlık alanının ikinci ana bölgesi, bir bütün olarak varlığa anlam kazandıran kendisi için varlık ya da varoluştur. Kendisi için varlık, onda, elbette bir varoluşa sahip olan bilinçli insan varlığına karşılık gelir. Varoluşa sahip bir varlık olduğu için, insanın doğası yoktur.
Şu çakıl taşının bir doğası, şu koltuğun bir özü vardır; bu nesneler, tamamen her ne ise odurlar. Onlar kendinde varlıklar olup, onlar için “imkânlar” söz konusu değildir. Oysa varoluşa sahip olduğunun bilincinde olan insan, “kendisi için” varlıktır. Buna göre insanda, varoluş özden önce gelir. Benim kişiliğim önceden ve belli bir amaçla çizilmiş bir örneğe göre yapılmamıştır. O, önceden ve özü tarafından belirlenmiş bir varlık olmadan, çok basit olarak sadece vardır. İnsan, iyi düzenlenmiş ve bir plana göre şekillenmiş bir mekanizma değildir. İnsanın bir varoluşa sahip olması, onun ne değilse o olmasını, her ne ise o olmamasını ifade eder. İnsan, bu yüzden özünü yaratmak, kendini olduğundan başka biri haline getirmek, hayatını anlamlandırmak zorundadır.
Bu, elbette, insanların, şeyler ya da nesneler gibi bir varlığa sahip olmalarının, onların her ne ise o olmalarını, varoluşa sahip olmaları ise ne değilseler o olmalarını, her ne iseler o olmamalarını ifade ettiği anlamına gelir. İnsan bu yüzden özgürlüğe mahkûm olan varlıktır. Bunu sağlayan şey ise Sartre’a göre bilinçtir; yani bilinçli bir var olan olduğu için, beşeri varoluşun özü yoktur. Bilinç her veriyi nesne olarak koyduğu, onu aştığı veya hiçliğe dönüştürdüğü için, bilinçli var olan olarak insan varlığın tam karşıtıdır. Sartre’da da, insan ya da bilinç, kaba ve olumsal kendinde varlıktan meydana gelen dünyada yalnız değildir; o, bir insanlar topluluğunun, özneler arası cemaatin bir parçası olarak var olur. Yani, Sartre da insanı her zaman ötekiyle ilişki içinde olan bir varlık olarak görür. Bkz. Edebiyatta Varoluşçuluk (Egzistansiyalizm) Nedir?